Jetlag #10 Hepsine Rağmen
Yüzlerce çıktı, randevu kovalama, konsolosluk darlama, piercingsiz vesikalıklar, maaş bodroları, öğrenci belgeleri, daha çok çıktı, kaşe, üstüne imza, tomar TL, bir zarf Euro, kuyruk ve kuyruklar...
Bir daha yazamayacağıma emindim. Bir daha dans şarkıları çalamayacağıma… Bir daha eskisi gibi olamayacağıma… Hala eminim. Artık şakaları anlayamayacaktım. Artık hep ilk aklıma geleni düşünecektim. Sarkazm beni terk etmişti. Bu halimi tanıyordum. Olmadık zamanlarda bir yere taktığım tişört gibi içimi gösterirdi.
Hayal edebileceğim, hayal ederken hoşuma gidecek bir umut arıyorum. Bunu nasıl yapabilirim? Umudu nasıl hayal edebilirim? Hayal gücümü çalıştırmak için kendime plaja giden bir grup çocuğun çizili olduğu bir boyama kitabı ve 10’lu keçeli kalem seti alıyorum. Son anda fazla para verdiğimi düşünüp kasada pişman oluyorum ama bulunduğum düzende neye az para verebiliyordum ki? Param ve emeğim beni mention dışında tutarak erirken ben her gün normalce çalışmaya devam etmiyor muyum? Plaja giden çocuklardan ve keçeli kalemlerden, hiçbirinden vazgeçmiyorum Ama umudu kolayca hissedememek canımı yakıyordu.
Umutsuzluğa hep teşneydim. Aslında bir süre iyiydim. Ama şimdi değilim. Döndüm dolaştım, yine yeni antidepresanımın ilk günlerindeyim. Pandeminin çıkışında bir anlık rehavetin sonucunda bırakmıştım. Sonra aklıma gelse de başlamamıştım. Taa ki bu yaza kadar… Yeni gelmedim ama geri gelmiş gibi de hissetmiyorum.
Son zamanlarda dikkat sürem milisaniyelere düştü. Bir kulağım içimde geziyor, bir kulağım insanları dinliyormuş gibi yapıyor. Dikkat etmeye çalışıyorum. Gözlerimi daha çok açıyorum, onlara daha çok yaklaşıyorum ama hayır, olmuyor… Nasıl iyi olacağım hakkında aklıma hiçbir şey gelmiyor. Bu düşünceden dolayı canım acayip sıkkın. Dikkatim, gözümle anlaşıyor ve havaalanının hava durumu gösteren ekranında hareket eden ağaç dallarını izlemeye başlıyorum. Onlardan yardım istemeye karar veriyorum. Lütfen diyorum. Bir şeyler daha diyecekmişim gibi geliyor ama diyemiyorum. Kafamı indiriyorum. Elimde telefonumla neredeyse aynı boy olan boyama kitabım, kızın şapkasını uçakta sarıya boyadım. Bence yakıştı.
Bir davet maili, yüzlerce çıktı, gün aşırı randevu kovalama, konsolosluk darlama, şimdiye dek Chatgpt ile yazılmış en iyi ve en kişiye özel niyet mektupları, kahkülsüz, piercingsiz vize vesikalıkları, biraz daha konsolosluk darlama, maaş bodroları, öğrenci belgeleri, daha çok çıktı, kaşe, üstüne imza, imza, imza, tomar Türk Lirası, bir zarf Euro, biraz daha sıra, biraz daha konsolosluk darlama, kuyruklar, kuyruklar ve kuyruklar ve biraz daha sabır…
İşte saçma sapan hazırladığım emektar kabin bagajım ve müsiki ile ilgilenen sanatçı dostlarımla geldik sana acı vatan Almanya. Geldik sana Avrupa. Bir Schengen macerasında daha gururdan eser kalmadı aq. Yine hiç gelemeyeceğiz sandık ama yine sana geldik Alamanya…
Aşk, Mark ve Ölüm geliyor aklıma bizimkilere doğru yürürken. Derin bir nefes alıyorum ya da belki tutuyorum. Fava ve Four’un ekipmanların görünmesini bekliyorum. Eğer gelmedi ise kime neler söylemem gerektiğini kafamda kurmaya çalışıyorum. Havaalanındaki insanların suratlarına bakarken içimden onlara yabancı diyiveriyorum. Uzun zamandır Avrupa’da bulunmamışlığın verdiği ötekileştirme isteği ve hayal gücü ile düşünüyorum. Kimdi bu insanlar? Şu sarışın orta yaşlı havaalanı polisi Annie miydi? Şu an kreşte 1 kızı mı vardı? Hayır, belki de o kız çoktan liseye geçmişti. Annie erken evlenmişti. Yılın bazı günlerinde, kocasını sevmesine rağmen hep acaba mı diye düşünmüştü. Annie’ye bir şeyler soran Mark’ın ilişkilerden yana şansı gülmemişti ama nafaka derdi de yoktu. İlk eşinden çocuğu olmamıştı ama kararlıydı, ikinci de daha iyi bir koca olacaktı. Bir çocuğu olduğunda da planı netti; içinde kalanları ona yaptırmaya çalışacaktı. Kafamı sola çeviriyorum. Bavulunu manitası Julie ile bekleyen Julius epey yakışıklıydı. Epey güzel olan manita Julie, Julius’a bir şeyler anlatmak istiyordu ama Julius bok varmış gibi haber okuyordu. Git ve dünyayı kurtar salak Julius. Gözlerim hareket eden Arthur ve Hassan’ı buluyor. Aynı hızda, birbirlerinden bambaşka hayatlara çıkmak için çıkış kapısını bulmaya çalışıyorlardı.
27 yaşımı bitirmeme çok az kalmıştı. İçimdeki kaygılı ses her fırsatta geleceğimden korkuttuğunu bağırıyordu. Anladım. Evet, duyuyorum diyorum. Ama o çaresizce mutlak bir güven aramaya devam ediyordu. Ama maalesef… O bende yok. Kimde var aq? Dışarıdan suratıma bakanlar da böyle hissettiğimi görebiliyor muydu? Oysaki insanların suratlarına baktığımda inanamıyorum; Annie de, Mark da, Julie ve Julius da, Arthur ve Hassan da, arkadaşlarım da, o da, o da, aslında onlar da benimle aynı kaygıları yaşıyordu. Yani bilmiyorum, uzmanlar yaşadığını söylüyor. İnsanlar olarak kaygı dilimiz benzer, yani kodlar aynıymış gibi… Bu kaygıların seviyeleri ve kaygı nedenlerini yorumlama anlayışlarımız özgün ve farklı olduğu için kendimize has dediğimiz halimizde varoluyoruz. Ya he he, evet. Siz biliyorsunuz. Evet. Bunu da siz biliyorsunuz aq.
Best. Powerbank.
Ne?
Nikel. Duydum ama iletişime girebilmek için zaman kazanıyorum. Biraz önce düşündüklerime saçma sapan öfkelenmiştim. Çatık olan kaşlarımı gevşetiyorum.
Powerbank aşkım diyor Nikel.
Bende değil ki. Sercan’daydı.
Sen yazdın mı? Airbnb’den bahsediyor.
Evet.
İyi misin? Açıldın mı biraz? İyi geldi mi boyama kitabın? diye soruyor Nikel 3’e giden kardeşine sorar gibi.
Bilmiyorum. İyi geldi bence ama gelmedi de… Bak yine çok şey bekliyorum her şeyden. Neredeyse yine gözüm dolacak. Ya ekipmanlarımız gelmediyse…
Öyle mi iyi olcan? Hayat sikkoluklarla dolu olduğunu sana kanıtlamak mı zorunda?
Bana ben salakmışım da sen ermişsin gibi konuşma. Çok biliyorsun aq. Diyip attığı koldan kurtuluyorum.
Ekipmanlarımız teslim ediliyor. Pasaport kontrolünün en uzun kuyruğundayız. Kendi vizyonuma ve other countries sırasına sıkışmış ben ve sanatçılarım Avrupa turnesindeyiz. Durmadan insanların suratlarına bakıyorum. Onlara isimler uyduruyoruz. Anlıyorlar. Susuyoruz. Ben bir şey arıyorum baktığım yüzlerde. Bir mutsuzluk. Bir huzursuzluk ve neyi aradığımı hatırladıkça utanıyorum cevabını aradığım yüzlerden. Terapistim ile son görüşmemizde konuştuklarımızı aklıma getiriyorum.
Bu arayışımı ona itiraf ettikten sonra şöyle sormuştu;
Belli etmiyor olabilirler mi? Siz de belki belli etmiyorsunuz.
Ben üzgün olduğumu beni tanıyan herkesten kaçmak isteyecek kadar belli ediyorum maalesef.
Sokakta yanınızda geçenler de dahil mi? Onlarda anlıyor mu sizce üzgün olduğunuzu?
Gözünde yaş yoksa bilemiyorum.
Demek ki her zaman kendini belli edebilen bir hali yok bazı üzüntülerin. Ama… Neden biraz önce kaçmak isteyecek kadar dediniz?
Diye konuyu başka yere çekmişti. İnsanların yüzlerinden yere çekiyorum yüzümü. Pasaport kontrolü için göstereceğim belgeleri tutan elim terliyor. Ya şimdi panik atak geçirirsem… Ya kalbim hayvan gibi atarsa, ya bir anda ishal olursam, tansiyonum düşerse… Derin bir nefes alıp kafamı kaldırıyorum. Birkaç kişi kadar ilerliyor sıra. Milletin sırt çantalarını inceliyorum. Çantalarına göre insanların mutsuzluğunu ve alım güçlerini puanlama oyunu başlatıyorum. Bizimkiler bana eşlik ediyor.
Havaalanından bizi alan transfere binerken Bursa’dan Sultanahmet’e okul gezisine gelmiş çocuklar gibiydik. Arkamda nasıl başladığını görmediğim bir yarış başladı. Anlar anlamaz koşmaya başladım. Var gücümle. Ben oldum olası boys club’lara üyeydim. Okul öncesi, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite… Alışıktım. Şimdi de 5 erkekle Berlin’deydim. Sınıf annesi olmak ilgimi çekmiyordu. Seyahatin depresif doğa anası olmam ise kaçınılmazdı. Sona yaklaşırken üzerine koştuğumuz şöförü korkutuyoruz. Adam oyun oynadığımızı anlayıp gülüyor. Fava’nın olmazsa olmazı gitar sanatkarı Ali’den sonra 2. olarak biniyorum servise, Four 3, diğerleri çoktan yarı yolda kesilmişti.
Çok salakçaydı diyor nefeslenirken Four. İkinciliğe beklemediğim kadar seviniyorum. Yaşanmıştı.
Berlin’e 5 günlüğüne gelmiştik. Günlerden çarşambaydı. Saate baktığımda 8’i 8 geçiyordu. Bulutlu bir sabahtı. Sebebi ziyaretimiz Hansa Studios’un düzenlediği bir park festivaliydi. Hansa Studio web sitelerinin sol üstüne incecik we are legendary yazabilecek bir stüdyoydu. Boş değil, bu festivalde çalacaktı Four ve Fava.
Bence bu öylesine bir festival değil. Öylesine olsaydı dışarıdan başvuru almazlardı. Hiçbir dayanağım yok, kendi kendime yorumluyorum bu arada ama… diye açıklıyorum kendimi arabada. Bence bir şekilde birilerine fırsat vermek, birbiri ile tanışmak ve tanıştırmak isteyen bir festival olabilir. Yoksa kendileri çalar kendileri oynardı.
Tüm dünya gibi diye tamamlıyor Dani. Fava’nın basçısı.
Aynen öyle.
Fila da yarın katılacaktı boys club turnemize. Best Agency’in ilk turnesinde (adı şu an uydurdum, böyle bir şirketim yok ama Hansa Studio ile aynı mütavizilik tarzında olması da hoşuma gitti) Fila’yla bir parti ayarladık. Buradaki eski ama zamanında yakın olduğumuz dostlarımızla birkaç videocall sonucunda cuma akşamı parti bulmamız zor olmadı. Berlin yıllar içinde aldığı dost göçü ile başka bir İstanbul’du. Bitter sweet yavru vatan. Bu durum artık eskisine göre daha az canımı sıkıyordu. Alışmış ve yenilmiştim.
Kimin yaşadığını bilmediğimiz binlerce evin önünden geçip gidiyoruz. Max ve bakımlı köpeği Paris bizi kalacağımız apartmanın önünde bekliyordu. Max’e sabahın 9’unda hızlıca 6 kişiyle çift sarılma şoku yaşatıyoruz. Sahibi Max kadar iyi görünen köpek Paris, ilgiden gerilmeye başlarken anahtarları alıyoruz. Evin kuralları konuştuğumuz gibi, ihtiyaç halinde yazabilirsiniz diyor Max bana gülümseyerek. İyi festivaller! Max ve Paris’i de festivale davet ediyoruz. Mesajla da etmiştik zaten ama… Nezaket işte. O da yine aynı şekilde cevaplıyor. Evet, teşekkürler. Gelmek isterim. Çok büyük ihtimalle gelmeyecek.
Eve girince hepimize bir mallık geliyor. Herkesin hareketleri yavaşlıyor. Uzun zamandır Türkiye’deki fanusumuzdan, rutinden çıkmıştık. İnsan işte kuş misali bazı günler.
Şimdi ne yapalım? diye soruyor Nikel mutfağı karıştırırken. Kimden numara istedin sen Best?
Gülüyorum. Lan daha yeni adım attık, ne ara dealer sorcam… Hoş önden sorabilirdim ama aklıma gelmedi.
Masada bize hoşgeldin için bırakıldığını varsaydığım stroopwafelları açıyorum. O sırada Ali ve Dani dakikalar sonra uyuyakalacakları odadan sesleniyorlar.
Biraz uyuyalım ya. Sonra turist oluruz.
Bence de. Sen çözersin diyorum Nikel’e. Ben depresyondayım.
Ben hep depresyondayım diyor Nikel. Ama seninki daha pis. Haklı. Alınmıyorum. Öpücük atarak ayaklarımın benim için seçtiği odama doğru yürüyorum. Ve günün antidepini ağzıma koyuyorum. Dealer beklerken eve bir sessizlik çöküyor. Türkiye’den gelirken kazandığımız fazladan 2 saati uykuya yatırıyoruz.
Rutin kırmak hepsine rağmen ne harika bir his…

Jetlag’te neler olmuştu?
Ben de unutmuştum. Hatırladım.
Jetlag’te çaldıklarım burada.
Sevgiler,
Şevval