Tarihe not; Mart 2024 aklımda yaptığım planlara gülerek başladı ama umuyorum; herkes iyidir ya da iyi olacaktır.
Geçen haftanın başından beri Jetset’i bıraktığım yerden, ikinci bölümü bitirmeyi hayal ediyorum. Birkaç ikinci bölüm taslağı vardı. Planlarıma göre; biraz sonra okumaya başlayacağınız parça ikinci bölümdü ama bölümün hikayesi bulunduğum yerin, halin tam tersi. Sokak, sarhoşluk, çoşku, dans, şehvet…ken…
Gerçekte olan; ağzımda maske, monitörlerden çıkan bip sesleri, onlarca hemşire, çok fazla asasör tuşu, annemin zil sesi, birilerinin hala kapısında beklediği ameliyathane, yoğun bakım kapısı, biraz daha hemşire, bip, bip, oksijen, tansiyon aleti, ezanlar, tıklatılan kapılar, aklımda dedemin kalbi, bip, bip, bip, anneannemin endişeli suratı, yanındaki ilaç çantası, kemotereapi katı, bildiğim dualar, daha çok asansör, -6 ve vakit geçtikçe sindirilcek her şey.
Bu yazıyı bu hallerde düşünüp düzenlemem, okumam,
haksızlık, baya saçma, ayıp, kötü, salakça, bencil… Hemşire olsaydım. Her halukarda daha yararlı şeyler düşünüp yapmaz mıydım? (Ailemin şu anki halini yazmak da tabii ki aklıma geldi ama şu an anca bu kadar çıkabildi. Dahası başka günlerin harcıdır belki, kim bilir.)Bunlar gibisinin yüzlercesini düşünürken; mail kutuma gelmiş bir mail ile karşılaştım. (Make Art Not Content’in mail listesinde Father Bronques bir öğrencisinden gelen mesajı paylaşmış.)
subject: bob ross trick
mail body:Dave just shared this with me:
"You know lately I've been putting Bob Ross on the TV in the background while I'm at my desk. Nobody cranked out art consistently like Bob Fucking Ross. When I start to lose focus I just look over and im like "thismotherfuckerdid like 3-7 episodes A DAY. WITH LYMPHOMA. And I go right back to work..."
Dave ve Father ile oturup konuşsak tabii ki rahmetli Bob Ross’un durumuna farklı yerlerden vurulduğumuz ortaya çıkacaktır ama farklılıkların şu an hiçbir önemi yok. Sonuç, beni buraya getirdiler. Bu yazıyı düzenleyip sonra da tüm hastalara dua edip yatmak için.Hepinize sevgiler yolluyorum. Sağlıcakla ve insanlığın tüm boşluğu ve harikalığıyla bu ön sözü noktalıyorum.
Şimdi okuyacağınız hikayenin, tüm bunlarla hiçbir alakası yok.
Peki, Jetlag nasıl başlamıştı?
Jetlag #2 After Hours
Bugün dateleşen birileri belki de yıllar sonra evlenecekti. Kadıköy’den iskeleye yürürken bu düşüncenin şefkati ile insanların yüzlerini süzüyorum. Gelen geçenin masasına dikkatle bakıyorum. Bakıyorum ve içimden diyorum ki; kimler kimlerle bira içiyor ya…
Ahmak ıslatan bir yağmur yağıyor. Kafamı kaldırmak istiyorum. Biraz yüzüm ıslansın demeye kalmıyorum ve kaldırımdan kayıyorum. Hiç zaman kaybetmeden ardı ardına 3 kişiyle çarpışıyorum. Çarptıklarımın suratına bakarken hepsinin yüzünde; ne ara işten çıktıklarını, ne ara bu kadar süslendiklerinin cevabını arıyorum.
Vapurla Zeliş’in doğum gününü kutlamak için karşıya geçerken bir anda boğazın ortasında olduğumuzu fark ediyoruz. Ne haftaydı ABLA! Vapurun üçüncü katında elmalı votkalı plastik bardaklarımızı tokuşturup birbirimizle geçirmek istediğimiz nice seneler için iyi dilekler diliyoruz. Sarılmak çok iyi geliyor. Votka hayvan gibi çarpıyor.
Ay. Boğazıma kaçtı galiba.
Öksürüyorum. Tükürüğümle boğulmaktan geri dönmeye çalışırken Zeliş sırtıma vuruyor ve doğum günü konuşmasına o anda başlayıveriyor.
Ne mutlu buradayız, HELAL, daha genciz, bakın sağlıklıyız, heLAL, valla neye şükredebileceksek ona şükredelim, iyi ki varız, yaAa benim için boğazda loca kapattıııık derken topluyorum.
Tamam vurma Zeliş, yuttum. Boğuluyordum. Gözlerimi siliyorum.
Artık kim loca takılıyor ya diye cevap arayan gözlerle soruyor Theo. Valla benim görmüşlüğüm var, bizzat katılmışlığım yok. Sizin var mı? Hepimiz şaşırıyoruz.
Aşkım bizim olmayabilir ama senin nasıl yok?
Loca kavramı bizim jenarasyonun orta sınıf büyüyen kuşağına bir şehir efsanesi gibi, bizim eğlence anlayışımız daha çok kalabalığa karışmak, beraber bir olmak… gibi şeyler ortaya sıkıyoruz ama Lio tabii ki ben çok loca takıldım ya; önü pizzacı, arkası disco olan falanca Tarabya’da bir disco diye başlarken en az 10.’ya dinlediğimi hatırladığım bu hikayeden çıkıp uzaklara bakıyorum. Çünkü tam yeri tam zamanı; İstanbul romance ve şükran moment. Öksüyorum. Ay, ne tıkandım ya. Biraz daha öksürüyorum ve geçmesi için biraz önce beni boğmuyormuş gibi olan elmalı votkayı bir kez daha fondipliyorum.
Vapur kıyıya yanaşırken herkes tek tek en sevdiği Zeliş cümlesini söylüyor ve bir kadeh daha kaldırıyor. Benim favori Zeliş alıntım tabii ki; “ama öyledir işte bazen hayat” söyledikten sonra alkış topluyor. Mini pastayı herkes yalandan çatallıyor. Ortak kararla vapurun üçüncü katına yarım pasta bırakıp vapurdan iniyoruz. Bakalım; kime niyet, kime kısmet.
Yürürken gözüm kim dışarda diye keserken; bizim kesinlikle küresel ısınmanın hafif rüzgarlarına kanmayan bir ekip olduğumuzu fark ediyorum. Atkı, bere, ben de atlet de var mesela, şapka, şişme mont ile donanmıştık. Birçok kişi gördüm; deri ceket içi croptop ile çıkmıştı. Gözlerimi onlardan almakta zorlanarak bizimkilere dönüyorum. Jetset’in kapısına yaklaşırken tekele uğruyoruz. Bu sefer de karşımdaki çocuklara kitleniyorum. Tüm gün taşıdıklarını tahmin ettiğim kağıt dağıyla park halinde kırmızı shot içiyorlardı. Ben daha kafamı çevirmeye karar vermemişken onlar da benimle göz göze geliyorlar. Kimse kafasını çevirmiyor. Ortanca olan hepimizi mutlu edecek bir hareketle kırmızı shot’ını bana kaldırıyor. Ben de aynısını yapıyorum. Sonra diğer iki çocuk da. Benim kime kadeh kaldırdığımı merak eden bizimkiler de gözümü takip edip çocukları buluyor. Herkes tereddüt etmeden birbirine kadeh kaldırıyor. Çok lazımmış gibi ben o arada bir kez daha fondip yapıyorum.
Zeliş bugün ben DOOOĞDUM, passtaaa alsaanıza diye çocuklara doğru bağırırken pastayı bulamıyor. Hepimiz aynı anda VAPUuuURDA demeye heyecanırken çocuklara ayıp olacağını düşünen Theo can havli ile sizeeeeEeE SİZEee diye sonunun ne geleceğini anlamadığımız bir gülüşle bağırıp elindeki soslu mısırla yanlarına gidiyor. Çocuklara bu şekilde bir müddet salça oluyoruz. Saat kaç oldu ya?
Jetset şişecekti bu gece. Uzun zaman sonra ekip olarak herkesin dans edip azıtmaya müsait ve motive olduğu bir akşamdaydık. Bir süredir yapabildiğimiz bir şey değildi bu. Yoksa seviyorduk dışarıda olmayı, özgürmüşüz, hiç üşenmemişiz, hiç korkmazmışız gibi hissetmeyi. Bir dönem pandemiden, bir dönem işsizlikten, bu dönemlerin getirdiği parasızlıktan, geçim korkusundan, çok çalışmaktan, korku ikliminden, patlamalardan, haberlerden, seçimlerden… Hepsi birleşince; kendimizi İstanbul’un, Türkiye’nin ya da tüm dünyanın yanlış zamanında doğmuş gençleri olarak düşünmekten korkup usanmıştık. Oysaki bizden öncekilerden ne farkımız vardı? Biz de seviyorduk sokağı. Bizi korkutan sokağın kendisi miydi? Hayır, ne münasebet. Korkunun kendisi değişmekte ve değiştirmekte muhattap alınmadığımız ama üstümüzde denenen değişimdi, liyakatsizlik merakıydı, baskıydı, şiddetti, yalnızlaştırmaydı, ötekileştirmeydi, fakirleştirmeydi. Sokağın kendisi zaten başlı başına şans, öngörü ve önsezi işiydi.
Ama… Bunlar nasıl öğrenilebilirdi?
Sokakta olmayı geçmişten gelecek nesillere anlatacaklara nasıl davranılıyordu? Saygı görüyor muydu sokakta olmak? Çocuklara sokakta olmaktan bahsediyor muydu ebeveynler? Kaç çocuk sitesiz, çitsiz bir yerde oyun oynayabiliyordu? Hepsindendir belki hepimizin sokak ile iletişimi eskisine nazaran azaldı. Artan mesailer, normalleştirilen şiddet, belki online alışveriş, ev içi influencerler, beklenen veya hak edilen hayatın bize borcu sandığımız lüks ve konfor… Kafa karıştırıcıydı. Hepsi bir sınır ve prototip çiziyordu biricikliğe. Bu şartlarda sokakta nasıl varolacağımızı bilmek sokağa çıkmadan imkansızdı.
Artık yurtlara dönmüyorduk. Aynı odalarda, salonlarda, yan binalarda uyumuyorduk. Vakitlice eve dönmeyi bekliyorduk. Sokakta yaşamıyorduk artık, sokağa çıkacak kadar büyümüştük işte, ya da sokağa çıkmaya üşenecek kadar. Genç yetişkinliğinin buhranı ve güncel politik gerçeklikler altında neyi yapmak istediğimizden, neye ihtiyaç duyduğumuzdan, neleri nasıl başardığımızdan kolektif olarak bir haberdik. Boğazımızın her gün kendiliğinden düğümlendiği düzende yaşamak isteyerek kişisel bakımlarımızı atlamamaya çalışıyorduk. Hani hepimiz dünya barışı istiyorduk? Yoksa istemiyor muyduk? Biz bir toplum değildik artık…
Four omzuma dokunuyor.
Oh. Nefessiz kalıyordum.
Of Best, gözün hayvan gibi dalmış.
Ne kadardır seni dinlediğimi sanıyorsun?
En az 2 dakika.
Cidden mi? Ya ben büyük mal oldum galiba. Ani içtim. İşten çıktığımdan beri kadeh kaldırıyoruz. Zeliş’in-
Kutladım. Hatta diyor elindeki plastik bardağa bakarak, ben bile iki kadeh kaldırdım. Üçüncü kadehini uzatıyor Four. O kadehini doldururken Four ile sizi tanıştırayım.
Four ikinci sanatçım. Aslında ilk sanatçım. Fava’dan önce Four’un temsil işlerini yapmaya başlamıştım. Four ilk rave partilerimde sağımda, solumda, bazen önlerde, bazen çok arkalarda hatırladığım çok random biriydi. Kendisi baş belası bir club banger’dır. Ama artık drug kullanımına bir ayar çektiği için bunu gönül rahatlığıyla sadece müziği için söyleyebiliyorum. Beraber aldığımız Talent and Product Management dersinde resmi olarak tanıştık. Derste karşılaşacağını tahmin etmeyen iki tanıdık olarak sıra arkadaşı olduk. Dersin projesini beraber yaptık. Kendimiz birer markaymışçasına markalarımız üzerine paperlar yazıp üstüne bunları sunduk. Sadece belli şeyler üzerine konuşan, heyecanlanan ve onlar üzerine kavga edebilen arkadaşlardan olduk. Sonra epey iki yakın arkadaş. O benden daha çok ve daha çabuk kendi müziğini yaptı. İlk başladığına göre açık ara daha hafif techno çalıyor ama sizi yanıltmayayım kafanızda 2 saat çivi de çakabilir.
Sen? İyi mi-sin dememe izin vermiyor.
İyiyim ya, ne bileyim. Bunu çok düşünmediğim bir haftaydı. Sana gönderdiğim festivallere bakabildin mi?
Baktım ve bookladım bile birkaç seçenek.
Bestsin diyor ve biraz önce beni sarstığı omzumdan sıkıca tutarak kendi uzun gövdesine çekiyor. Bir tür sevgi gösterisi diye yorumluyorum ve vücut proporsiyonumu nadiren küçük hissettiğim anlardan birinin tadını çıkartıyorum.
Bu arada geçen yayınında baya keyiflendim diyor. Fava’nın mixleri bitince de at. Merak ediyorum o lavuklarla ne yaptığını diyip gülüyor. Ben daha kocaman gülüyorum.
Sete kadar açılırım ya diyorum. Four üçüncü bardağını fondiplemeye götürürken yalanını diyip duraklıyor. Nah açılırım çünkü. Hadi deniyor defalarca, son bir kez daha kadeh kaldırıp geyirerek Jetset’in merdivenlerini tırmanıyoruz. Four’u gören herkesin gözleri ışıldıyor. İyi setler diyorlar. Tanıyanların bir kısmının ikinci selamı bana değiyor ama şu an pek selamlaşmak istemediğime dair içime bir his doluyor. Sürüden ayrılıp çok kısa Jetset patroniçelerine uğruyorum. Four’un faturasını bırakıyorum. Böyle anlarda bunları yapınca dünyayı kurtarmış gibi hissediyorum. Montumu vestiyerin her zamanki altına sıkıştırıyorum. Merdivenin her adımında biraz daha müzik… Oh. İyi geliyor.
Babylon’un seti son düzlükte. Kafamın üstünden geçmeye çalışan cin tonikler ve eller. Daha yeterince açılmamış yorgun yüzler, vardiyasında şimdiden 4. kez kavga etmiş bar ekibi, kıkırdayanlar, öpüşenler, hafifçe dans edenler… Çok kalabalık olmadan herkes yerini almış. Bizimkileri barda buluyorum. Barmenle gözgöze geliyorum.
Tekila shot mı? diye soruyor. Birkaç saniye kendi kendime seçim yapmaya çalışıyorum, yapamayacağımı anlayıp pes ediyorum.
2 tane diyorum. Neden 2, kim 2, hangi 2? Kusmam inşallah.
Dj kabininin önünde ve kafamın içinde alkışlar yükselmeye başlıyor. Four Babylon’un yanına geçiyor. Shot. Babylon Four’a seti devrediyor. Shot. Four ve Babylon’un sarıldığını görüyorum. Kıskanıyor muyum? Şu an neye özeniyorum? Alkışlar ikisinin dostane tavrıyla daha çok artıyor. Gülümseyerek ıslık çalmaya çalışıyorum. Hiç beceremem ki... Aynı çimlerde takılan eski iki okul arkadaşı için back to back zamanı. Bunlardan biri ben de olabilirdim ama ben de başka biriyim. Evet, ne düşündüğümü duyuyorum. Baby’le uzaktan selamlaşıyoruz. Üstümdeki haset kara bulutlarını müzik ve dost suratlar ile dağıtıyorum. Four setine başlıyor. İşte bu da benim After Hours mesaim. Günün bu saatleri… Kuduruk insanları görebilmek için harika saatlerdir.
Zeliş’i ortamıza alıyoruz. Kuduruk olabilemenin imkanını birlikte hissedebilmek. Çok severim. Hele güzel müzikte dans edebildiğimde bu hissi daha da çok severim. Bizimkiler kabinin kenarında bir yer buluyor. Açılan önümde uzaktan hep tatlı bulduğum, freaklerden freak olan eski yakın arkadaşlarımdan Steff’in arkadaşı Pierre’i görüyorum. Steff ile selamlaşırken dikkatim dağılıyor.
AAaa! diyorum. Pierre’i mi görüyorum?
Evet ve sevgilisinden ayrıldı. İçimden yes dediğimi duyuyorum ama dışarı cidden mi? çıkıyor. Pierre bir anda beklemediğim kadar ilgimi çekmişti.
Zeliş yanıma geri geliyor. Bir kez daha sarılıyoruz. Sonra görüp tanıdığım kimseden sarılmamı esirgemiyorum. Bütün hafta için dans ediyorum. İyilik için, sağlık için, dünyadaki kötülük için, iyi olmasını umduğum her şey ve herkes adına dans ediyorum. Ediyorum. Ozan’ı düşünüyorum. Çağırsam gelir miydi? Ayaklarım bazen geriden geliyor, kollarımı kıvırıyorum. Ofis basenlerim için daha çok bacak çalışıyorum. Ozan’ı çağırsaydım belki farklı davranmak zorunda kalırdım. Kendimi haklı çıkartmaya çalışıyorum. Kes.
Gözüm bazen Pierre’e takılıyor. Bazen de yüzünü görmediğim yanımda dans eden çizgili tişörtlü uzun boylu çocuğa, onu tanımıyorum. Kıvır kıvırırken yanımdan, sağımdan solumdan, birinden birilerinden bulduğum sigaraları yakalıyorum. Çok sarhoş oldum kesin. Kaçamakça anonim çizgili uzun boylu çocukla dans ediyorum. Birkaç dakika sonra kollarımdan tutup döndürülüyorum. Hoş bir çocuk. Gülüşüyoruz ve beni yerime park ediyor. Four’la gözgöze geliyorum. Birasını bize doğru kaldırıyor. Hiç adeti değildir. Kesin onu da çarptı votkalar. Keşke Ozan’a da yazsaydım. Deli gibi dans eder, sonra bir noktada öpüşür, sonra daha çok öpüşür, birbirimizi hızlı adımlarla elele eve götürürdük. Öf.
Tuvalete gideceğim. Sonra 2 tekila, hayır, 1 bira alacağım.
Kalabalığı yararken pardon diyorum. Biraz da kıvırtıyorum. Artık eskisi gibi tatlı olmuyor bütün adamlar(?), Türkiye’de toplasan ulaşılabilir kaç sarışın adam(?) kaldı? Benim sorular… Queer bar falan filan ama yine gömlek üstü yağmurluk, yine kalabalıkta ghost dayamacılık... Tuvalete inerken merdivenlerde Pierre’i bir kızla öpüşürken görüyorum.
Çok sıkıştım.
Üç erkek olan tuvalete dalış yapıyorum. Birine bardağımı veriyorum. Sarhoşluğum onlara güven besliyor. (Disclaimer: Bu sarhoş bir karardır. Yapılmasını önermiyorum ve alışkanlık haline getirmemek gerektiğini bildiğimizi varsayıyorum. İşerken gözlerim kapalı bunları düşüneceğim.)
Şansım yaver gidiyor. Tuvaletin kendisi boş. Huzurla ve hızla işiyorum. Rujumu ve ruhumu tazelemeye çalışırken iyi ve komik halleriyle patlayan üç genç adamla birbirimize iyi eğlenceler diliyoruz ve ben tuvaletteki partiyi terk ediyorum.
Yukarı çıkarken çok sarhoş bir Pierre’nin aşağı indiğini görüyorum. İkimizde birbirimizi süzmeye çalışıyoruz. Son birkaç basamakta büyük ihtimal hayalinde daha tatlı olduğu şaşırmış suratına karşılık, ben de şaşırmış gibi yapıyorum.
Ellerimizi birbirimize uzatıp aynı anda aşkom napoyorsun minvalli bazı cümlelerle uzun uzun zaman sonra yeniden bağlantı kuruyoruz. Seni gördüğüme çok sevindim diyor. Ben de öyle. Pierre’i de üniversiteden tanıyorum. O şimdi bir mimar. Bu sebepledir ki hiç aynı arkadaş grubunda olmadık. Hep partilerde, çimlerde, festivallerde karşılaştık. Ortak Whatsapp gruplarında olduk. Arada birbirimizin fotoğraflarını beğendik. Hep sempatik ve komik bir çocuktu ama vücudu kesinlikle yıllar içinde bu hale geldi. Yoksa bunu fark ederdik. Sana uzaktan gülmek aşkların en güzeli diyorum. Pis sarhoşluğu, güzelim pick-up line’ımı harcıyor ama şu an buna üzülemeyecek kadar ben de sarhoşum. İç mimar influencer eski sevgilisinin tasarladığı piercinglere gözüm kayıyor. Fuck you Instagram! Kıkırdağına gözlerimi kısıp yaklaşıyorum.
Kaç taneler 7 tane mi? Vov. Çoklar ama… Baya seksi. Baya tatlı. Övdükçe hoşuna gidiyor övgülerim.
Senin kaç tane bakıyım? Saçlarımı kulağımın arkasına alıyor. Hoşuma gidiyor ilk akla gelen merakı ve teması. Kulağıma yaklaşıyor yüzü. Heyecanlanıyorum.
Üçüncüye galiba; sen napıyorson aşkom, neler yapıyorsoun? sorularını cevaplıyoruz. Hepsini bana biraz daha yakınlaşarak, dayandığım duvara kendi sırtını yerleştirerek soruyor ve bir anda bu kadar hızlı beklemediğim bir yakınlık içinde buluşuyoruz. No bitch. Çekilmeyeceğim.
1- Niye çekileyim? Hayatımda çekilmek için birine verdiğim ahlaki bir sözüm yok.
2- Aklımda kimse yok. (mı?)
3- Bence random bir öpüşmeye açık olacak kadar sarhoşum.
4- Rujumu az önce tazeledim. (Bu hem iyi, hem kötü.)
5- İki dakika önce 3 tanımadığım genç adamla gülüşerek bir club tuvaletinden çıktım. (Onlara bardağımı verirken bu kadar düşünmedim ama bu bir kıstas olamaz.)
6 yok abi. 5 gayet yeterli bence, 5. madde de hiç olmadı zaten. Geri çekilmeyeceğim. Çekilmiyorum geri!
Aşağı inerken selam verecektim ama biriyle öpüşüyordun diyorum.
Şu an seni DE ne kadar çok öpmek istediğimi bilemezsin diye cevap alıyorum.
Seni de mi? Allahtan bu cümleyi gururumdan önce komik buluyorum. Artık bu ana başka bir cümle daha sarf etmeme gerek yok. Bir öpücükle önce ben yaklaşırken; hayır hayır, böyle değil diyor ve bütün ağzımın işin içinde olmasını istediğini uygulamalı anlatan bir öpüşme başlatıyor. Okey. İzin veriyorum. Yaani. İlk izlenimim; hoşuma gitmiyor diyemem ama bayılmadım da. Uyum sağlamaya çalışıyorum. Sanki benden daha tutkulu ve sarhoş olduğunu ve hatta bu işi daha iyi bildiğini iddia eden bir öpüşme stili ile yarışıyormuşum gibi hissediyorum. Oyunda kalmaya çalışarak; ben de kendi stilimde sık ve küçük ısırıklar bırakıyorum. Pierre’in hoşuna gidiyor görüyorum. Motive oluyorum. Cildinin köse halini parmaklarımın ucu ile keşfederken, tam onu yakalamışken beni sollayan dili bir anda gözümü açtırıyor.
Pierre’den biraz uzunum. Genelde öpüştüğüm adamların boyları ilk pozisyonlanmamızdan sonra ya bir sorundur ya da hiç sorun olmamıştır. Takılmıyorum. Set bitmeden yukarı çıksam ya, ne zaman indim ben, zaman kavramım hiç kalmadı ama duyuyorum hala Four çalıyor, iyi ki faturayı önden verdim, keşke Ozan’a da yazsaydım. Elleriyle kalçalarımı severken gülerek Pierre’in ağzından çıkıyorum.
Yukarı çıkalım diyorum telefonumu kontrol ederken, komutumu alıyor.
Tamam diyor. Merdivenlerin bitiminde gitmeden diyerek boynumdan duvarı yaslıyor. Aa, hallere bak. Diğerine göre daha az şovlu ve odaklanabildiğim bir öpüşmeden sonra piste geri dönüyoruz.
Yeni öpüşmüş enerjimle bir sigara sarıyorum. Çeneme bulaşmış rujumu silerken bir çocuk sigaramı yakmaya çalışıyor.
Ay vardı ya.
Olsun.
Olsun diye yaklaşıyorum. Çakmak çocuğun çakmağı çalışmıyor. Dansı bırakmamaya çalışıyoruz. Anonim çizgili çocuk önümde dans ediyor, görüyorum. Çakmak çocuk başarısızlığını hissetmeye başlarken Pierre yanımıza geliyor. Eliyle anlayamadığımız bir şeyler anlatmaya çalışarak, çocukla ortamızdan geçerek dans ediyor. Sabrım tükenirken cebimden çıkardığım çakmakla kendi sigaramı yakıyorum.
Olsun diye gülümseşiyoruz çakmak çocukla. Pierre’i şu an ayakta tutan sarhoş azgınlığı ve sevimli suratı ile dans ediyorum.
Bana sigara sardın mı aşkım diyor, evet diyorum. Ona sarmadığım sigaramı veriyorum.
Pierre’den kurtulmak mı istiyorum, yoksa bana aşık olsun mu istiyorum? Pierre mızmızlanan çocuk tavrıyla suratıma yaklaşıyor. Oralı olmuyorum. Bizimkilere karışıp biraz daha dans ediyorum. Sonra Pierre’in ilgisini kaybetmek istemediğimden dönüp onu buluyorum. Pierre ile öpüşmemize parmakları da dahil oluyor ve kulağımda yüzde otuzu kadar anladığım cümlelerini duyuyorum ama birini duyduğum gibi çok net anlıyorum.
Bana istediğin şeyi yapabilirsin, sana istediğin her şeyi yapabilirim.
Bu cümle kalbimin atışını hızlandırıyor. Ama işte bu özgüvenden bahsediyorum. Bu harika iki cümleyi şimdi düşündüğümde biraz da patronluk tasladığını duyuyorum ama ilk duyduğum an; çok hot tabii.
Kulak mememden ısırırken; nasıl istersen, seni şu an tam burada boşaltabilirim diyor.
Ne? Challenge accepted diyorum. Sıkıyor bence ya. Böyle bir şeyi daha önce hiç yapmadım. Yapabilir mi cidden?
Denesene diyorum. İmkansızı istiyordum ama yine de merakımdan ikimizi karanlık koridora doğru çekiyordum. Politik ambiyansın boğazımıza düğüm olmadığı gelişmiş bir ülkede aslında neden olmasın diye düşünürken Pierre’in freestyle parmaklarına izin veriyorum. Çaba kesinlikle hoşuma gidiyor. Hafif bir tokatla yanağımı okşuyor. KIZ NELER NELER! Alkış sesleri ile andan uyanıyorum. Piste geri dönüyor aklım. Hadi diyorum, boşver dans edelim.
Şimdi mi vazgeçeceksin? diyor. Bana 2 dakikanı daha ayır.
Jetset pistine geri döndüğümde Four ter içinde setini bitiriyordu. Kilo’nun yüksekten açtığı sert setini Pierre’nin sertliği ile aynı anda duyuyorum. Pierre’in bir eli saçlarımda. Az sonra ayrılacaktık. Birbirimizi yapabileceğimiz kadarı ile heyecanlandırmıştık. Belimden beni kendisine çekerken bir öpücük bırakıyor. Daha fazla bir vedalaşmaya girişmiyoruz. Ayrıldığımızda bir huşu hissediyorum. Bu hisle, müzikle bana her an utanmamı öğreten her şeye inat süzülüyordum.
Bizimkilere doğru süzülüyorum. Herkes birbirinin 6 saattir neler karıştırıp, neler yediğini sanırım yarın sabah öğrenecekti. Helak olmuş herkes tepinmekten. Saat 4:31. Ayak tabanlarımı duyuyorum; acıyorlar.
Bizimkilerden geç gelen Hannan boynuma sarılıyor. Ben öpüştüm diyor beni görür görmez. Ben bu gece öpüşeceğimi hissediyorum yazmıştı en son grupta. Bunu hatırlamak beni güldürüyor. Gözlerim nasıl kaşınıyor…
Ben de öpüştüm diyorum. Hatta.. Kulağına eğiliyorum.
Ne? Yaşandı mı?
Birbirimize öpüştüğümüz çocukları işaret ederken Pierre’i ilk önce bulamıyorum. Sonra bulduğumu sanıyorum. Sanırım benden önce öpüştüğü kızla geri öpüşüyor.
Bak şu, şu anda başkasıyla öpüşen.
Bir an duruyorum. Sonra patlıyorum. Hannan’ın eşliği sayesinde daha çok gülüyorum ama… Sonunda yakalanmıştım. Utanmıştım. Hannan beni kolumdan çekip bizimkilerle ortada buluşturuyor. Şu an durmamın bir anlamı yok. Zeliş, Lio, Theo, Hannan’ın, hepsinin yüzüne, adımlarına bakıyorum. Hepsinin yüzünde kendimi daha güvende hissediyorum. Sokak arkadaşlarla çok iyi oluyor.
Gecenin başında gördüğüm Steff yanıma geliyor kıvırırarak ve kulağıma eğiliyor. İyi bir çocuk Pierre, iyi ama busu var işte onun da… Unutmuştur seni. Kulağına giderken Steff’e ne diyeceğimi bilmiyordum ve bir anda; ben inanmıştım oysaki bana aşık olduğuna. Ne çok ihtiyacım vardı herhangi bir aşka.
Four geliyor ağır adımlarla. Gururlu, yorgun, ondan yana hala biraz adranelinli, benden yana baya sarhoş bir kucaklaşma yaşıyoruz.
Neler yaptın öyle diyorum. Asıl ben neler yaptım ya, dalga dalga utanıyorum.
Sevdin mi? diye soruyor. Cevabımı beklemeden sarma işareti ile. Joint? diyor.
Evet, lütfen.
Four’un peşinden Jetlag pisttinden ayrılırken Pierre'e bakıyorum. Yok. Emin olmak için bir kez daha detaylı etrafa göz atıyorum ama zaten eminim. Bir anda yoruluveriyorum. Sırtım, bacaklarım, ayaklarım, içim hepsiyle beraber yorgun düşüyorum.
Bir nefes alıyorum.
Umarım kusmam.
Şimdiye kadar kusmadıysan artık kusmazsın diyor Four. Herkes onaylıyor.
Yarın bok gibi uyanıcaz ama değdi diyor Theo. Herkes onaylıyor.
Ay diye lafa girmeye çalışıyor Zeliş son gücüyle, Four ne güzeldin yaAaaAaAaaa diyor. Herkes çoşkuyla onaylıyor. Hemen ritimsiz bir alkış başlatıyorum.
Doğum günü hediyem olarak kabul eder misin bu seti Zeliş?
OoOooooOoOOO naraları ve alkışlar ile sessizliğe geçiyoruz. Joint bitene kadar Lio’nun omzuna kafamı koyuyorum.
Burada çok fena sızarız ve sonra da sıçarız diyor Theo. Bu sefer hiçbirimiz onaylamaya tenezzül etmiyoruz.
Aklım kendi kendine çökerken; şu an ne olsaydı, kim olsaydım daha mutlu olurdum diye soruyorum kendime. Kendim için ne istiyorum? Kimi, neyi, hangi şartlarda istiyorum? İnsan kendine dair beklentilerini kontrol edebilir miydi? Keşke Ozan’a mı yazsaydım? Keşke utanmadan, gözü kara… Keşke ben de Four gibi kendimi müziğimi… ÖFF ABLA ÖF ÖF ÖF!
Hadi kalkın, yarın bir de zatüremizle uğraşamam. HAAaDİiiİ. Evimin direği Theo kolumdan çekiştiriyor.
Lio kafamı omzunda sektiriyor. Hadi güzelim kalk.
Herkes müşküllerce merdivenden inerken Steff ile karşılaşıyorum.
İyi geceler prensesim diyor yanından geçerken.
İyi geceler aşkım.
Nerede o inmedi mi? diye bağırıyor görmediğim birilerine.
Vestiyeri de öpüyor olabilir diyor bir ses. Böylece Pierre’den bahsedildiğini anlıyorum. Espiriyi anlayanlara burnumdan gülerek eşlik ediyorum.
Jetset’in kapısından çıkarken tekrar uyanıyorum. Gün doğumuna yakınız. After hours herkes için farklı hislerle biterken geldiğimiz yolu gerisin geri yürüyoruz. Uzun süre sonra karşılaşılan temiz hava herkesi döküyor. Çok kısa itiraf sessionları yaşanıyor. Ardından gelen gülme krizleri ve iç üşümesi ile sabaha karşı vapurunun ikinci katında kendimize sote bir yer buluyoruz. Camdan denize bakarken utancım gitmişti. Ne önemi vardı ki…
Vapurda zaten toplam 30 kişi ya vardık ya yoktuk. Eminönü’nde de kimse binmiyor. Herkes kedi gibi kimin neresi boşsa orasına yatıyor. Sokakta olmaya tüm bunlar dahildi işte. Sokak şans, öngörü ve önsezi işiydi. Bu ancak yaşanarak öğrenilebilirdi. Bu ancak birileri anlattıkça öğrenilebilirdi. Utanç ve korku herşeye dahildi. Sen nasıl kaçabilirdin?
Aklım yapamadıklarımda, iyiliğim ise yaptıklarımda… Gözlerim kapanıyor. Vapurun uğultusu kulağımı sarıyor. İçim inanmasam da hala tutku dolu, onu akıtacak aşk(lar) arıyorum. Bulurum. Biraz uyuyayım. Buluruz.
Zeliş’in de dediği gibi;
Ama böyledir işte hayat bazen.
Jetlag’te neler olacaktı?