Jetlag #8 Anxiety & Lahmacun & Rocknroll
Sex & Drug & Rocknroll öldü. Bu başka bir dünyada. Premenstrüel sendrom uyarlaması.
Jetlag’te geçen bölüm…
Ama buradaysan da buradasındır. Buradan da devam edebiliriz.
1. Anxiety
Omuzların sıkışık. Bir kendini açar mısın?
Omzuma dokunuluyor.
Ne?
Kulaklıklarımı çıkarıyorum.
Geriye doğru yaslanır mısın?
Niye?
Yaklaşık 1 saattir sadece kolların kıpırdıyor Best. Çok kötü oturuyorsun.
Demek istediğini anlamadığımı fark edince duruşumu taklit ediyor Ozan. Yaptığının aynısını yapıp gövdemi yere düşmüş bir buz kütlesi gibi sırtımın ortasından kırıyorum.
OFF! BUUU NE?! Ölseymişim bari diye kükrerken hissettiğim acı canımı sıkıyor. Bir anda çok üzülüyorum. Kontrol edemeden gözlerim doluyor.
Şu hale bak.
Kişisel tarihimde en gelişmiş olduğum bu an…
İnsanlık tarihinin en gelişmiş olduğu zamanda benim geldiğim bu hal…
Beterin beteri var dediğimi duymamazlıktan geliyorum ama tabii ki duyuyorum. Kendime biraz daha acımaya karar veriyorum. Aç, bitap, vücudum kopmak üzere. Bir bilgisayarın başında, bu halde, kaç saattir varoluşumu neredeyse suni nedenler dışında hiç ilgilendirmeyen onlarca mesele ile uğraşmıştım? Düşüncelerim acımasızca içimi zımbalarken parmaklarımın köşelerinden fırlayan küçük yırtık şeytan tırnaklarıma dokunuyorum. İçim biraz daha ayaklanıyor. Bayılmayı hayal ederek kendimi sandalyenin sırtına bırakıyorum.
Bana niye bunu fark ettirdin?
Şşş! Ölme diye dedim.
Cümlesi biterken omuzlarıma bir şekilde çok doğru bastırıyor. Yardım için kendimi bırakıyorum. Başka bir şey aklıma gelmiyor. Ozan’ın ellerinden birini ensemde hissediyorum. Önce dokunduğu yerlere sonra tüm bedenime dönüyor aklım. Nefes almaya başlıyorum. Sakin ol. Sakin. İyisin. Ya değilsem… İyiyim. Ya… Değilsem. İyiyim. Ya… Nefes veriyorum. Düşünce hızımda sabote edilmemek üzere nefesimi hızlandırıyorum. Ozan’ın sesini duyuyorum.
Acıyor mu?
Hayır. Sadece ben panik oldum.
Tamam. Yavaşla. Sakin. Bir şey yok.
Kulaklığımdan sivri sinek sesi yüksekliğinde değişen şarkıyı duyuyorum.
Yanaklarımdan gözyaşlarım süzülürken Ozan’ın şu an ne düşündüğünü düşünüp utanıyorum. Ne oluyordu şu an? Mantıklı bir açıklama aramaya çalışmaktan vazgeçiyorum. Klavyeden yarım santim yukarıda kalakalan üşümüş ellerimi kendime doğru çekiyorum. Yaptığım her hareket kendime acımama sebep oluyor. Daha da utanıyorum. Parmaklarımı sıkıyorum. Uyuşmuşlar, üşümüşler, sızlıyorlar. Yaklaşık 4 saattir bir şeyler yazıp siliyordum. Hatırlıyorum.
Söylediğime kızabilirsin ama-
Burnumu çekiyorum. Elimle gözyaşlarımı siliyorum. Ozan’da yardımcı oluyor.
Halim yok diyorum.
Galiba açsın.
Önce gülmeye karar veriyorum. Sonra bundan da vazgeçiyorum. Simit yedim. Dereotlu poğaçanın da yarısını yedim diye haksız olduğunu kanıtlamaya çalışıyorum.
Sağlıklı bir şeylere açsın.
Buza ateş tutuyormuş gibi sırtımı ısıtıyor Ozan elleriyle. Nefesimi neredeyse düzenledim. Bir derin nefes daha alıyorum.
Galiba şimdi bayılıyorum.
Hadi biraz dışarda hava alalım. Mola verelim.
Lütfen biraz daha yapsın. Lütfen bunu sonsuza kadar yapsın. Elleri hala sırtımdayken son derin nefesimi bitirmeme eşlik ediyor.
Bayıldın mı?
Evet ama hayır. Hala bir şekilde burdayım. Ellerini çekerken teşekkür ediyorum.
Rica ederim.
Kafamı geri kaldırıyorum. Parmaklarım klavyeye doğru giderken yeniden içim sızlıyor. İçim bomboş, manasız bir kaygı ve yalnızlıkla… Ah. Canım çok sıkılıyor. Engelleyemiyorum. İnsanlığımın en gelişmiş halinde neden buradayım? İkimizinde sırtının dönük olduğu stüdyo kapısı tıklatılıyor. Toparlanıyorum ama yani hay Allah... Kapı gördüğüm suratı hemen tanıyorum. Ozan ile ikimizin de bağlı olduğu şef (post prodüksiyon şefi, ofisin büyük başlarından) gülümseyen bir suratla selam veriyor.
Ofiste en sevmediğim şeyler; 1- yemekten önce, 2-panik atak sırasında, 3- ağladıktan sonra biri veya birileriyle interaksiyona maruz kalmak. Şu anda neredeyse hepsinin kesişim kümesi bir yerdeyiz. Stresli bir premenstrüel sendrom öğlenindeyim.
Ben çıkıyorum diyor şef. Best eline sağlık. Öğrendin artık istemeye istemeye. Sözleşmeler kusursuz. Workflow raporuna dokunmadım bile.
Havaya kalkan yanaklarımla gözlerimi sıkıp zoraki gülümsüyorum. Bu gülüşün ardına kızaran gözlerimi gizlemeye çalışıyorum. Saat kaç? Niye çıkıyor bu insan?! Niye bu insanın bu saatte işi bitti?!
Ben imzaladım. Yönetmene gönderebiliriz.
Tamamdır diyorum kafa sallarken bilgisayarıma dönüyorum. Ben işlerimin yüzde kaçındayım? 40 MI AQ KAÇ?! Ekranımı uyandırıp saate bakıyorum. Saat 15. Okay. Daha kötüsü de olabilirdi.
Şimdi Ozan’ın işi görücüye çıkacak diyor şef.
Hepimiz aynı anda ne uzundu diyip sahici yorumlarımızdan kaçınarak gülüyoruz.
5 sahne diye başladık. 6 haftada 18 sahneye çıktı. İlham geldi herhalde derken şefin sırtına attığı hoş ceketiyle gözgöze geliyorum. Asker yeşili bir deri ceket.
Oluyor öyle diyor Ozan sohbeti biraz daha sürdürme nezaketi ile. Tam tersi olan bir projede de çalışmıştım. 20 sahne yaptım. 6 sahnesi gün yüzüne çıktı.
Gülüyorlar. Parmaklarım yeniden ellerimdeki şeytan tırnaklarına gidiyor. Neden burdayım? Kişisel tarihimde en gelişmiş olduğum bu an… İnsanlık tarihinin en gelişmiş olduğu zamanda benim geldiğim bu hal…
Of! Bak bu daha acı. Bakalım bu belgeselin kaderinde ne var? Kapıyı neredeyse geri kapatacakken vazgeçiyor.
Var mı buradan sonra bir planın?
Soruyu pek üstüme almış olmasam da merakla bakıyorum ve dahil olmak istiyorum.
Nasıl?
Hangimizin?
A, pardon. Çok kapalı sordum diye devam ediyor şef. Ozan içindi sorum. Bu iş bittikten sonra BERLİN’E Mİ DÖNECEK…sin…me…rak…et…tim…
Ne? NE BERLİN’İ AQ?!
Ozan panik oluyor hissediyorum. Ben baş parmağımdaki eti hızla çekiyorum. Ağzıma sıçayım. Çok canım acıdı. Böyle bir şey varsa ben hiç hazır değilim. Lütfen şu an böyle bir şey varsa da şu an olmasın. Bu soruyu yanımda, burada, şu anda aldığına hiç mutlu olmuyor Ozan. Ne diyeceğini toplamaya çalışırken tereddüte düşüyor.
Yok şu anlık belirli bir şey yok. Oradan da, buradan da gelen bir plan yok bildiğim kadarıyla.
Rüzgar neredense diyorsun. Telaşlanıyor şef telefonuna bakınca. Arabayı bekletiyorum. Çok pardon. Çok kolay gelsin ikinize de.
Kalakaldığımız kimsenin ilk ne diyeceğini düşünmediği o an geçiyor. Ozan unuttuğu bir ihtimali hatırlamışa benziyor. Baş parmağım kanıyor. Ellerimi bacak bacak üstüne atıp bacaklarımın arasına alıyorum.
Sessizliği ben bozuyorum. Zaten.
Kanka zamanın yoksa girme böyle konulara diyorum şefin çıktığı kapıya bakarak.
Hiç ya diyor biraz önceki ana göre biraz daha rahatlıyor. Sikip atıyordu az kalsın bizi.
Ozan’dan ilk kez buna benzer bir küfür duyuyorum. Komiğime gidiyor.
Bak bak. Neler de biliyor? Derken yanağımdan makas alıyor.
Hadi hadi! Biraz nefes, biraz yemek Best.
Elimi görüyor.
Ya n’oldu? Eline n’oldu?
Bakarken içi kıyılıyor. Görüyorum.
Ergen bir günümdeyim. Çok soru sorma. Zaten beklemediğim kadar ilgini çektim. Yeterli.
Yürümeye başladıktan sonra ve güneş gözlüğümü taktıktan sonra biraz öncesinden daha mı kötü hissediyorum? Hayır. Öyle mi hissetmeliyim? Emin değilim.
2. Lahmacun
Sağlıklı bir şeylere ihtiyacım var derken lahmacundan bahsettiğini düşünmemiştim.
Tabii ki lahmacundan bahsetmiştim. Hınzır bir ısırık alıyor. Sevimli suratına bakmak iyi geliyor. O bunu sormuyor ama…
İyi gelmedi mi? diyor.
Ayaklarım daha sağlam basıyor. Ya da… Ağırlığımla dünyanın iç çekirdeğine daha yakınım. Söylediğim şeyi itici bulacak diye korkuyorum ama gülüyor. Onu güldürmek hoşuma gidiyor.
Lahmacuna sıktığım limon parmaklarımda açık olan tüm küçük şeytan tırnağı yuvalarına giriyor. Biraz önce kanattığım parmağımı limondan uzak tutsam da 10 parmağımdan 7’si zaten yanıyor. Ozan’ın gülmekle işi bitince tekrardan bana dönüyor.
İyi misin Best?
Eveeeeeeet… İşte bir ilişkide insanların toplum içinde gün ışığı görmesini çok istemediği o gerçek umutsuz yüzünü gizleyemediğinde bu soru gelip onu bulurdu. Bir kere ihtiyaç hissedilmişti. İyi miydim? İyi olacak mıydım?
Bu anı daha iyi geçirmenin bir yolu var mıydı? Bilemiyorum. Bir insan yorgun ve canı sıkılmış hissederken ne yapmalıydı? Ağırlığını nasıl atabilirdi? Çocukluğumdan beri uyumak için bile canımın sıkkın olduğu tufan hallerinden geçtiğimi bilirim. Bu tufanlarda hiçbir şeyin beni eğlendiremeyeceği ve her şeyin çok kötü gidebileceği korkusu tarafından esir alınırdım. Belki de spor yapmadığım içindir. Spor yapsaydım böyle olmazdı…
İyiyim diyorum lahmacunumu sararken. Sanırım regli öncesi bir düşüşteyim.
Limon gözüne kaçtı sandım diyor Ozan.
Onun kadar ilk gülmediğim cümlesi olabilir. Sorusunu bu kadar ciddiye aldığım için utanıyorum ve gülmek içimden gelmediği için üzülüyorum. Neden içten içe bu güzel yüzlü çocuğa surat asmak istiyorum? Fark ediyor. Gözüm dükkan televizyonunda açık olan Gelinim Mutfakta’ya kayıyor.
Hep böyle mi olur? Bu sefer daha sakin bir ses ile.
Genelde… Yalan söyleyecekken vazgeçiyorum. Aslında genelde hep böyle olur. İnfilak edeceğimi beklerim. Bir parçalama ve yıkım gibi düşün. Ama en laneti bunu öğrenemezsin. Her ay geçen ayı genelde unutmuş olursun ve başına ilk kez geliyormuşçasına… Derken lahmacunumdan bir ısırık alıyorum. Dikkatim dağılıyor. Çiğnedikçe lahmacunun kafası geliyor. Sikerler. Yaşama yeniden bağlanıyorum.
Dünya menstüral döngüye friendly yönetilmeye karar verilseydi neyi farklı yapıyor olurduk?Ozan’ın bu sorusu ikimizi de düşündürüyor. Bir lahmacun boyunca düşünüyoruz. Keşke buna verecek sağlam ve ufuk açıcı bir cevabım olsaydı. Dünyanın nasıl bilinçli, arkadaş canlısı ve kıymetle yönetilmesi gerektiğini tek seferde bilebilseydim.
Büyük ihtimal her şeyi farklı yapıyor olurduk diyor Ozan.
Her ayı yeni bir yıl gibi kutlayabilirdik.
O zaman sene kaç olurdu? diye soruyor.
Of. Milyar milyon yıl.
İnsanlığın varolmaya çalıştığı tonlarca sene daha…
3. Rocknroll
Bu hisli lahmacun partimizden sonra çalışmaya dönmedik. Ozan’la 5 dakika arayla girdiğimiz ofisten çantalarımızı toplayıp çıktık. Ben o sırada iki tane Rennie emdim. Köşede yeniden buluşup okulu kıran çocuklar gibi hiç düşünmeden parka gittik. Yolda cebinden çıkardığı jelibonları yedik. Parka vardığımızda önce ben onun bacağında yattım. Sonra biraz koluna.
Park hafta içi öğleden sonra sakinliğinden akşam üstü hareketliliğine geçerken biz parçalı bulutların altında bir saat kadar uyukladık. Sonra o benim bacağımda yattı. Yeni indirdiği piyano uygulamasından yapay zekayla piyano çaldık. Yaptığımız besteye uzun bir saksafon solosu ekledik. Trompetle aynısını denedik ama beğenmedik. Bir şarkıya benzedi dedik ama bulamadık. Radyoda daha iyisi çalıyordu. Onu dinledik.
Ayrılırken keyfimiz saatler öncesine göre daha keyifliydi.
Ofisten çıkmadan önce yaşadığımız şeyi konuşmak istiyor musun?
Bilmem. Sen istiyor musun?
Sen istersen isterim. İstemezsen istemem.
Peki ben sana bırakırsam?
İçimizi rahatlatmak isterim.
Evet.
Henüz şehirlerimizin ayrılmasına dair hayatımda belirli bir plan yok.
Sol elini yanağına dayayıp bana bakıyor. Ama İstanbul’daki ofise neredeyse proje bazlı bir eleman olarak geldim. Burası için temp guy olduğum bir gerçek var.
Ozan’ın yüzünde bir mahmurluk vardı belki de lahmacundandı ama mağdurluk yoktu. Bu dediği için endişeliydi. Görüyordum. Emin değildi. Ne kendini, ne beni, ne de aşkımızın bu baharını üzmek istemezdi. Eli kendi yanağından benimkine geçerken ben üzerine şimdilik ne demeliyim bilmiyorum diyebiliyorum sadece.
Eski Türkiye olsa burada yaşardın büyük ihtimal ama şu an seçeneklerinin tek başına buradan ibaret olmadığını anlıyorum. İstanbul bile… Senin gibi birinin potansiyeli için az kalabilir. Hikayedeki mağdur gibi konuşmamaya çalışıyorum.
Şu an böyle düşünmüyorum ama… Sanırım düşünmüşlüğüm var zamanında. Senin de bunları düşündüğünü anlayabilirim… Kendin için yani. Düşünebiliriz tabii böyle şeyler. Cümleleri yuvarlak kalırken tepkimi görmek için bana bakıyor.
Tabii ki diyorum.
Metroya girerken ayaklarımız ıslanıyor. Bezleri rezil etmelik bir hava. İki durak sonra Ozan iniyor. Ben devam ediyorum. Birkaç gün sonra görüşmek üzere ayrılıyoruz. Eve yürürken maç kalabalığına takılıyorum. Manasını kaybeden trafik ışıklarından geçerken yolun kenarında hafif yağan bu yağmurda seyyar sandalyesi ile oturan abiye bakıyorum. O bana bakmıyor. Stada doğru giden insanları ve sıkışan arabaları izlediği kavşakta dünyanın gürültüsünü dinliyor. Belki de duymuyor bile. Yakınından geçip giden insanların hiçbiri ona bakmıyor.
İşte kişisel insanlık tarihinin en gelişmiş olduğu bu anda şu halimize bak. Yine korktuğum kadar kötü gitmedi.
Jetlag’deki şarkıları buradan topluyorum.
Sevgiler.
Jetlag nasıl başlamıştı?