Jetlag’te geçen hafta…
Ama buradaysan da buradasındır. Buradan devam edebiliriz.
Gözümü açtığımda derin bir uyuklamadan uyanıyorum. Feribottayım. Marmaranın dalgaları üstünde dünyanın herhangi bir yerindeyim.
Elimle yanaklarımı kontrol ediyorum. Salyam akmış ama kurumuş gibi.
Bir gün misafirlikte yemek masasında uyuyakalmıştın diyor ablam karşımda pis pis sırıtarak. Annem seni kucağına almaya çalışırken artık ağzın nasıl bir depolama yaptıysa yarım çay bardağı salyan akmıştı.
İğrençsin aq. Bunu mu hatırladın şimdi?
Ablamın yanındaki suya uzanıyorum. Gülüyor köpek evlat. Feribot dalgalarda sekerken içim salıncakta sallanıyormuş gibi oluveriyor. İçtiğim su içimde akarken gözlerimi geri kapatıyorum. Ozan geliyor aklıma. Birkaç gündür birbirimize yaptığımız türlü sapıklıktan aklımda ne kaldıysa mili saniyede o anları düşündürüyorum kendime. Yarım surat gülümsüyorum ve ablam şu an bana bakıyor hissediyorum. Bir gözümü açıyorum.
Ne? Söyle.
Dört dakikadır güneş gözlüklerini silen ablamın bacağında ortadan ikiye ayrılmış bir kitap. Sputnik Sweetheart. Arka kapaktaki Haruki Murakami’nin suratı ile gözgöze geliyorum.
Büyük usta Haruki neler anlatıyor sana? diye soruyorum gözümü geri kapatırken.
Önceden düşündüğünü belli eden bir hızda cevap veriyor. Kesinlikle çaba gerektiren hislerin hikayelerini anlatıyor.
Neredeler? Yunanistan’a vardı mı Sumire ve Myu?
Hepsi vardı. Bilemiyorum. Onlar hakkında, hem ayrı ayrı hem beraber ne hissedeceğimi bilemiyorum. Aklım Sumire’yi Sumire’den daha çok seven ve tüm hikayeyi yazan o azgın, kibar ama korkak yazar çocukta. Neden onda? Anlayamıyorum. Bu yüzyılda naif-hetero-seni en iyi anlayan-tek eşli-erkek rüyasını hala devam ettirmemiz ailemiz yüzünden mi yoksa bizim kekoluğumuzdan mı kaynaklı?
Hmm diyorum çok biliyor gibi. Kesinlikle toplum düzeni, rasyonellikten çok duygusal zekayla davranan romantik insanlara büyük bir tokat çarpıyor ama bu gün bu yüzyılda her şeyin sorumlusu birey sayıldığı için fantazilerimizden ve hayıflanmalarımızdan da yine biz sorumluyuz. O yüzden hetero-tek eşli-aşk paketi bizim kekoluğumuz aq tabii ki diye cevaplıyorum. Daha uzatabilirim de…
Anlayacağımı anladım sanırım diye kafasını sallıyor ablam, sonra ikimizde susuyoruz.
Bok gibi görünüyorsun bu arada ama büyük ihtimal geçen hafta üst üste çok güzel göründün. Onun bok gibiliği bu. Yorulmuşsun belli diye beklemediğim bir atağa geçiyor. Salaksın diye gülüyorum.
10/10. Geçen hafta çok güzel olduğumu farklı kişilerden farklı günlerde duydum. Öyle diyim. Durumu sen anla.
En çok kim beğendi?
Bilmem. Bunu bu şekilde beyan eden olmadı.
Ofis boi de beğendi mi? Tabii ki ofis boi dendiği anda sırıtıyorum.
Ya hadi işine bak Haruki’nin terli kadınlarına dön.
Bu sefer ablam salaksın diyip gülüyor. Bak bak sırıtışlara bak. Bu büyük bir tutulma sırıtışıdır. Tanıyorum. Bu büyük bir seks yorgunluğudur. Tanıyorum. Bu neyin gizemi ya? Seks derken yanımızdaki kadından gövdesini uzaklaştırmayı ihmal etmiyor ablam. Cümlesi bitince toparlanıyor. Hızını alamadan sessizce kulağıma yaklaşıyor.
Eskiden daha ishal ağızlıydın.
Yalanlayabileceğim hiçbir şey yok söylediklerinin içinde.
Büyük tutulmuştum. Ama acaba nasıl tutulmuştum? Acaba Sumire’nin evli imkansızı Myu’ya tutulduğu gibi mi ya da ablamın ifadesiyle Sumire’yi Sumire’den daha çok seven azgın, kibar ama korkak yazar çocuk gibi mi yoksa üçünün de birbirine hissettiği karma karışık aşka benzeyen haller gibi mi tutulmuştum? Hepsi mümkün ama hiçbiri de olmayabilir.
Yolmasana.
Ne?
Parmağını yoluyorsun salak. Kanatmışsın diyor ablam.
Önce anlamıyorum. Sonra harektin ve acının nereden geldiğini takip ediyorum vücudumda. Sağ baş parmağımda fark etmeden şeytan tırnağı gibi çıkarttığım küçük et parçasına bakıyorum. Kanatmışım gerçekten. Hafif hafif dokunuyorum küçük et parçasına. Her dokunuşta içimde salınan tedirgin sızıyı hissediyorum. Sızıdan sıkılana kadar bunu tekrar ediyorum ve en sonunda dişlerimle küçük et parçasını kesiyorum.
Iy. Öyle. Size müzik altı bir romantik komedi vaat etmemiştim.
Geçirdiğim 4 günlük aile ziyaretinden sonra feribotta ters düz olan çantamdaki peynirleri buzdolabına yerleştiriyorum. Bir yandan da Theo’nun çalıştığı yoga stüdyosunu tüm yogileri ile beraber yakma planını dinliyorum. Saat 8.
AmaAaAa dışarıdan görmen lazım aşkım hepsini! Görsen hepsi aktivist, hepsi sanatçı, hepsi insan-ı kamil aq egoistlerinin ama çalışanlarını maddi manevi sikmeye yer arayan cahillerden başka bir şey değiller! Ay! Vallahi delirtiyorlar. Onlar yüzünden sabah 6’da uyandım. Uyku tutmadı. LinkedIn’e girdim. Gözümü kapattım 20 yere falan CV attım. Sonra hızımı alamadım 3 Sugar Daddy app’ine kayıt oldum. Bunlarla mı uğraşılır ya! Ne mana yani!
Theo’nun monoloğunu aktif mimiklerimle ve kısa hıhılarla ile dinliyorum. Sonunda kısa bir özet daha yapıyor ve monolog bitiyor. Dudak büküyorum ve ona doğru kollarımı açıyorum.
Sen her şeyin en iyisini hak ediyorsun diyorum.
Biliyorum aşkım. Sen de öyle diyor.
Hadi sigara saralım. Wake n bake! Sonra iş. Bugün baya uzun bir gün.
AA! Bu akşam yayının var değil mi?
Evet. Hem de 4/20 yayını.
YEEEY! İyi bayramlar aşkım! diyor Theo grinderı ararken.
İyi bayramlar.
Radyodaki son yayınımın üstünden bir buçuk ay geçmiş. Oysa ben geçen 45 günde yılları arkama almış gibi hissediyordum. Kıçımdan kurulmuşum gibi çalıştığım yaklaşık 450+ mesai saatini geride bırakmıştım. Neredeyse 3 kilo vermiştim. Saçlarımın dibi iyice gelmişti. Piercinglerim biraz daha eskimiş, kışlıklarım tüm dolabı ele geçirmişti. Dıştan böyle görünürken; sayısız sinir harbi ve birkaç bayram kutlamıştım. Bir albümün prodüktörü olmuştum. Bazı iş saatlerinden sonra bazı hoş çocuklarla öpüşmüştüm. Aileyle geçen 3 günün sonunda eve dönmüş… Ondan birkaç gün önce de… Nasıl derler? Uzun zaman sonra birine aşık bile olmuştum.
Ekranımın sağ köşesinde Ozan’ın küçük resmi ile gözgöze geliyorum. Sanırım Ozan’ın dinleyeceği ilk yayınım bu. Midemde ufak bir heyecan hareketlenmesi… Ekranı kaydırıyorum. Yayının chatroom’unu uzun zamandır bu kadar online görmemiştim. 79 kişi. Vov. Tanıdığım tanımadığım isimleri kaydırırken bakıyorum herkes burada. Sıradan bir hafta içi gecesi dostlarımın hallerine bak. Önemli hissediyor diye durum güncelleyeceğim şimdi. Four ilk mesajı atan oluyor. Chatroom’a bir gif bırakıyor. Havuzda şişme yatakta yatan keyfi yerinde bir Homer Simpson. Fila da kurbağa Kermit’in dans gifi ile chatroom’a giriş yapıyor. Muhasebelerine fiş bıraktığım, serbest meslek vergi borçlarını takip ettiğim müzisyenlerim gerekli destek ve sevgi ile bu geceki yayınıma eşlik ediyor demek... Duygulandım ve heyecanlandım. Belli etmemeye çalışıyorum.
Yayının 4. şarkısını koyuyorum. Bunca zaman beklediğim, halımın altındaki aşk şarkılarımı gün yüzüne çıkarıyorum. Bu ayı nasıl kapatacağımı merak ediyordum. İşte böyleymiş. O sırada Ozan’dan bir gif düşüyor chatroom’a, bütün yüzüme bir gülümseme dağılıyor. Titanic’te çizim yapan Leonard Di Caprio suratı. Salak çocuk. Theo içeriden bağrıyor. AAAAA SENİNKİ! Derken havuz başında chilleyen köpek gifi ile chatroom’a da tepkisini koyuyor Theo. Chatroom’u bir süreliğine arkaya alıyorum. Onlar orada vibelasın.
Jetlag 96 kuruluşu itibari ile kendimi kötü, suçlu veya aceleci hissetmeden, çoğu zaman, çok az saatlerce istediğimi yapabildiğim bir alanı temsil ediyordu. Sosyal ilişkilerin, siyasetin, kalp kırıklarının, huzursuzlukların, yapılacakların, yapılması gerekenlerin, açılmamış mesajların ve tüm hepsini kapsayan evham dolu düşüncelerinin aylık mevlüdüydü Jetlag 96. İstediğim şeyi yapabilmeye, düşünebilmeye hakkım olan saatler. Buna hakkım var. Ben de dünyada yaşıyorum. Sürekli işinize yarayamam.
Balkon kapısı çarpıyor. En son ayakkabılarımı kuruması için çıkartırken açmıştım. Evet. Hatırlıyorum. Bugüne yanlış ayakkabı giyerek başladım. Üşendiğim için tabii ki geri gidip değiştirmedim. Yol boyunca dar kaldırımlarda ezilme riskine göğüs gererek üç su birikintisine girdim. Kartal minibüslerini soran iki kadına bağırarak yollarını tarif ettikten sonra vapurun arkasında kendime sote bir yer bulup son iki fırtlık sigaramı içtim. 4/20 kutlamaları kapsamında bulutların altında bir saygı duruşu yaşadım. İki fırt içimi kick ederken günün en uzun derin nefeslerini bu yolculukta aldım ve not defterimi çıkardım. Rüzgarda vazgeçtim geri koydum. Telefonumu çıkardım. Bir fotoğraf çektim.
Ve not defterini açtım. Oradan kopyalıyorum.
İlişki kurmak. İlişki kurmak dünyanın yegane hediyelerinden olduğu kadar herkesi dehşete düşüren bir hadise olduğunu artık doğru kelimeler ile konuşabiliriz. Bunu kaldırabilecek bir çağda yaşıyoruz. Üstelik bunu bireysel değil kitlesel olarak yapmalıyız. Ancak yanlış anlaşılmak istemem; ilişki kurmak denince sınırları ve ismi belli olan bir sosyal anlaşmadan kesinlikle bahsetmiyorum. Bilakis ilişki kurma hadisesini sosyal anlaşmalar üzerinden pratik ettiğimiz için altında yatan meseleleri konuşmadan geçmeye alıştığımızı düşünüyorum. O sebeple bahsettiğim bu ilişki kurmayı “insanın ilişki kurması” olarak genel düşünmek isterim.
Hepimiz ilişkilerin sosyal kalıplarında kalmaktan ya da bu kalıplara göre kendimizi izlediğimiz için hata yapıp/yapmamaya dair büyük endişeler yaşıyoruz. Sanki tek bir şansımız varmışçasına. İlişki kurmadan yaşanamayacak hayatlarımızın içinde, üstüne bu ilişkilerde, en iyi, en erdemli, en arzulu ve arzulanabilir hallerimizle bulunmaya çalışıyoruz. Karşı taraflardan da bu performans yer yer/belki çoğu zaman istemsizce bekleniyor. Yani neredeyse; kendi halimizin en doğrusu ile karşımızda açılmayı bekleyen bir hediye paketinin hikayesi.
Kişiselleştirelim. Başıma geldiğinde, yani bir ilişki kurarken hele ki bu ilişkiyi kurmak hoşuma giderse… Biraz önce bahsettiğim sebeplerden şüpheleniyorum ki hemen en sonunu düşünürüm. En son ödülü, mutlak mutluluğu, ayrılığı, sonrasında çekilecek kederi… Gelecekten bir fantezi nostaji kaseti oynatırım aklımda. Bu nostaji kaseti ne yapar? Birçok şey yapabilir ama beni genelde önce korkutur. O ilişkinin nerelerden zarar göreceği, nerelerden yıpranacağı ya da bu ilişkinin kurulması durumunda kişinin seçeneklerinin ve özgürlüğünün azalacağını düşünmek... Henüz yaşanmayan bir perişanlığı kolayca doğurabilir. Çok büyük bir terslik olmazsa bir sonun düşüncesi zaten insanın içini korkutmak için daima yeterli olacaktır.
Bu koşullarda tüm ölümlülere kolay gelsin.
Vapurdan ofisin kapısına vardığımda aklımdakilerle içim gitgide ısındı. Kapıyı açarken ellerim soğudu. Ozan’ı görecektim. Aklımda işlerin hiç yolunda gitmediği ve işlerin harika gittiğini sanabileceğim onlarca senaryo ile çok heyecanlandım. Kapı ben açmadan önce açıldı. Ozan sigaraya çıkıyordu. Karşılaşmamızla gözleri büyüdü. Birbirimizi öpüp öpmemek arafında birkaç saniye geçtikten sonra ilk tam cümleyi o kurdu.
Toplantın var mı?
Şu an mı? Hayır.
O zaman hiç girme. Bu kahveyi beraber içelim.
Olur.
Arka bahçeye vardığımızda köşedeki duvarla bütün taş banka çıkıyorum. Bu banka çıkıp ayakta durmayı oturmaktan daha çok seviyorum. Tütün çantamı bulurken Ozan’a bakıyorum.
Sana 4/20 hediyesi aldım desem? diye soruyorum.
Cidden mi? Çok sevinirim.
Yavaş çekim çantamdan çıkartıp bana doğru uzattığı avcuna hediyemi bırakıyorum. Ona aldığım çoraba bakarken joint içen marijuana değil mi doğru görüyorum? diyor. Evet. Sigaradan aldığım ilk nefesi geri bırakıyorum. Çok beğendim, teşekkür ederim. Gülüyor.
Güle güle kullan diyorum. İyi bayramlar!
Çorabı cebine koyup üstüne çıktığım banka çıkıyor. Hafifçe yanağımdan öpüyor. Sırıtırken bayılcaz aq birazdan.
Peki ya, ben de sana hediye aldıysam…
Oha! Sen de mi bana 4/20 hediyesi aldın?
Hayır. Niyetim 4/20 değildi. Niyetim kulaklığıma yeni sünger almaktı ama dolaşırken ve son birkaç gündür aklımda sürekli sen olduğun için ne görsem sen aklıma geldin ve sana bir şey almak istedim.
Ozan benimle böyle konuşamazsın. Çok ayıp.
Gülüyoruz. Sol cebinden küçük siyah kutu çıkartıp bana doğru uzatıyor. Umarım hoşuna gider. Rahatlamış güzel suratı ve harika sırtı ile duvara yaslanıyor. Sigaramı duvara sürtüp söndürürken hediyemi heyecanla avucundan çekiyorum. Hiçbir şey demeden kıçıma kadar tutamadığım gülümsememle kutuyu açıyorum.
Aa. Ne diyorsun? Bu bir ruj. Peki.
İçimden renkleri tahmin etmeye çalışıyorum. Heyecandan renkleri unuttum aq. Anı uzatmak istiyorum ama bir an önce merakımı dindirmek isteyen bir kalbim var. Rujun kapağını açarken şaşırmaya başlıyorum. Vov. Cayır cayır bir mor. Çocukken hiç benim olmamış bir pastel boya gibi.
Hiç mor rujum olmamıştı. Bunu bir öneri diye de mi okumalıyım? diye soruyorum.
Ben olsam tamamen bir güzelleme olarak alırdım ama fantazi olarak da okuyabilirsin diye cevap veriyor.
Heyecan uyandırıcı.
Kesinlikle.
Peki diyorum omzumla ona yaklaşırken. Şimdi gülümsememi daha iyi kontrol ettiğime eminim. Çünkü aynı gülümsemeyi aynalayarak o da bana omzuyla bir adım daha atıyor. Aklıma gelenleri gerçekten söyleyecek miyim? Başka türlü bir ilişki nasıl kurulabilirdi?
Baş parmağım dişlerime dokunuyor. Bu sabah sağ baş parmağımda kanattığım yere gelince içim sızlıyor. Hissettiklerim neredeyse dilimin ucunda. Heyecanım tam şu an ağzımın içinde. Gözlerimi hızla kaçırıp geri getiriyorum. Küçük parmağım dudaklarımda gezerken konuşmaya başlıyorum.
Bunu sürdüğümde diyorum.
Evet.
Ya orada olmazsan?
Ah. Hayır! diyor bu sefer o dudaklarını ısırırarak. Gözlerini kısaca dudaklarıma kaçırıp gözlerimin tam içine getiriyor.
Bence bunun için elimden geleni yaparım. Orada olmak çok isterim.
Ben de diyorum. Tutamıyorum. Bu ne azgın bir romantik an aq diyorum. Yine çok yükseldik.
Valla ben hiç şikayetçi değilim Best.
Ben de değilim. Aklımdan geçenleri yapmak için istediğim herkes şu an burada. Bir nefes uzağımda. Hiç şikayetçi değilim. Sonsuza kadar bu duvarın önünde birbirimize fısıldayıp yükselebiliriz. Büyük ihtimal bir noktada bu şekilde de boşalarım. Bence Ozan aklımdan geçenlerin beni heyecanlandırdığını çoktan fark etti. Hiç acele etmeden sırıtarak duvardaki sırtını biraz daha bana doğru kaydırıyor ve güzel suratı ile biraz gözümün içine, biraz da dudaklarıma bakıyor. Herkes startı benden almak için can atıyor. Böyle anlıyorum. Peki benim buna götüm var mı? Saat 11. Mesaim çoktan başladı. Sigara arasına çıkmak isteyenler için ufak ama juice bir dedikodu olmamız dışında kimsenin takılacağı bir mesele değil diye düşünüyorum.
Boynumla biraz daha Ozan’a yaklaşırken soruyorum. Şu an sürmemi bekleyelim mi? Sorumun bittiği yere varıyorum ve kalıyorum. Sıra onda. Ben beklerim ama hiç şart değil. Dört soğuk dudak birbirini ne kadar hızlı ısıtıp ıslandırabilirse o kadar hızlı oluyor her şey. Arka bahçenin gördüğü güzelim binadan nasıl göründüğümüzü düşünürken şimdilik sonumuzu düşünmüyorum.
Çünkü bunu düşünmek için daha iyi yerler elbette olacaktır. İlişki kurduğumuz kişinin dudakları ağzınızdayken onunla yaşanabilecek olası sonları düşünmek için daha sessiz bir yere geçmeyi bekleyebiliriz.
Yayının sonuna yaklaşıyorum.
Daha çalacak çok aşk şarkım var.
“Sadece Sumire'yi değil, seni de bir daha göremeyeceğim gibi bir his var içimde. Bu yüzden sordum." dedi Myu.
"Senden nefret etmiyorum" dedim.
"Ama bundan sonrasını kestiremezsin, değil mi?"
"Bu tür şeylerden dolayı insanlardan nefret etmem ben."
"Bunun nedeni, insanlardan bir beklentinin olmamasıdır mutlaka" dedi.
Onu ilk gördüğüm akşamüzeri alacakaranlığında baktığı gibi bakıyordu. "Ben öyle değilim. Ama senden hoşlanıyorum, hem de çok."
Sonra ayrıldık. Gemi, pervanesinden beyaz köpükler çıkararak limandan geri geri çıktı, sonra yavasça 180 derece dönüp yön değiştirirken, Myu rıhtımın başında durarak gidişimi izledi. Bu küçük Yunan adasının limanında gerçek olmayacak kadar uçucu ve asil görünüyordu.
Zaman yeniden akmaya başlayınca Myu giderek küçüldü, soluk bir nokta halini aldı ve sonunda güneş ışığına karışıp gözden yitti. Bunu aşk olarak adlandıramazdım ama ona çok benzeyen bir duyguydu. Tüm bedenim sayısız iple çekiliyormuş gibi bir histi bu.
Myu’nun küçük avucunun sanki bir ruhun gölgesi gibi hala sırtımda hissediyordum.
Sputnik Sevgilim, Haruki Murakami, 1999
Jetlag’de çaldığımız şarkıları buradan dinleyebilirsin.
Sevgiler.
Jetlag nasıl başlamıştı?